17.11.03

Almanya Rüyası!

Almanya’daki Türklerin 42 yıllık serüvenini, özellikle ikinci-üçüncü kuşağın Alman toplumuyla uyumunu anlatan bir belgesel. Montajı yeni bitti, yakında gösterime girecek. Belgeselin yaratıcıları Murat Şeker ve Aslı Sayılır.

Altı ay boyunca Düsseldorf, Köln, Duisburg, Wüppertal, Solingen, Frankfurt, Offenbach, Heidelberg, Stuttgart ve Berlin’de 800 kişiyle görüşmüşler. Murat Şeker, başlangıç noktaları için şunları söylüyor: “Biz İstanbul’daki genç kuşak olarak, kendimize yalancı bir gerçeklik yaratarak yaşıyoruz. Bunu besleyen en büyük etken de kimlik problemi. Böyle bir belgesel projeye girişmemizin mantığı, bunu kurcalamak ve bu gerçekle yüzleşmek aslında.” Özellikle birinci kuşak Türklerin hayatı algılayış ve yorumlayış biçiminin aynı olduğunu ama ikinci ve üçüncü kuşağın değiştiğini söyleyen Şeker, “değişmeyen tek şey, kimlik sıkıntıları azalsa da, gençlerin hem Almanya’da hem Türkiye’de yabancı muamelesi görmesi” diyor. (Kaynak: Radikal gazetesi)

26.9.03

Türk Sinemasının En İyi On Filmi



Ankara Sinema Derneği, bugüne dek çekilmiş “En İyi On Türk Filmi”ni belirlemek amacıyla, ülke çapında ve sinemayla profesyonel olarak ilgilenen kişiler arasında bir anket yaptı. Bu anketin sonuçlarına göre “en iyi on Türk filmi” listesinde, Şerif Gören’in yönettiği “Yol”, Yılmaz Güney’in yönettiği “Umut”, ve Zeki Ökten’in yönettiği “Sürü” filmleri ilk sıralarda yer alıyor. Diğer filmler, Yavuz Turgul’un “Muhsin Bey”i; Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet”i; Atıf Yılmaz’ın Cengiz Aytmatov’un eserinden sinemaya uyarladığı “Selvi Boylum Al Yazmalım”; Ömer Kavur’un Yusuf Atılgan’ın eserinden sinemaya uyarladığı “Anayurt Oteli”; Necati Cumalı’nın eserinden Metin Erksan’ı filme aldığı “Susuz Yaz”; Lütfü Akad’ın “Gelin” ve Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak” filmleri… ülkemiz sinemacıları tarafından “en iyi on Türk filmi” seçilmiş.

Sinema yazarı Tunca Arslan, en iyi on Türk filmi ile ilgili olarak bir kitap hazırlıyor. Kitap, Türkçe ve İngilizce olmak üzere iki dilde basılacak.

Ankara Sinema Derneği de gerekli maddi desteği sağlayarak bu filmlerin İngilizce altyazılı yeni kopyalarını bastırmayı ve yurt dışı gösterimlerini gerçekleştirmeyi planlıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin Atlanta eyaletindeki Türk-Amerikan Dostluk Derneği bu filmleri oradaki izleyicilerle buluşturmak için hazırlıklara başlamışken, bir teklif de Japonya’dan geliyor. Bildiğiniz gibi bu yıl Japoya’da Türk yılı. En İyi On Türk Filmi’nin Japonya’da gösterimi ve Japonca bir kitap basılması söz konusu.

6.8.03

Ferzan Özpetek - Cahil Periler

“Hamam”, “Harem Suare” ve “Cahil Periler” filmleriyle İtalyan sinemasında kendini kanıtlamış; adını Avrupa’da duyurmuş yönetmenimiz Ferzan Özpetek, son filmi “Karşıdaki Pencere” ile daha da iddialı. “Cahil Periler”in 70 kopya ile büyük başarı elde etmesi üzerine, Karşıdaki Pencere İtalya’da 28 Şubat’tan itibaren 250 kopya ile gösterime girdi. Bu kez hedef, Amerikan sinema pazarı.

1943 yılında, Roma’daki Yahudi mahallesinde yaşayan insanların toplama kamplarına götürüldüğü bir dönemde başlayan film, savaş yüzünden çok acı çeken, hafızasını kaybeden yaşlı bir Yahudi’nin, genç bir çift tarafından bulunmasını ve sonrasında yaşanan duygusal olayları anlatıyor. Yönetmen Ferzan Özpetek “Çok acıklı bir film oldu. Kurgu sırasında arada kimseye belli etmeden odadan çıkıp ağlıyordum.” diyor. Filmde yaşanan olayları ise “garip bir geometrik şekil” olarak tanımlıyor. Dünyanın gidişinden dolayı kötümser; insanların çektiği acılardan ötürü mutsuz olduğunu söyleyen Özpetek, her zaman olduğu gibi ayakta kalan tek şeyin duygular olduğunu; filminin de bunu anlattığını belirtiyor.

Filmin adı ise, yönetmenin küçükken duyduğu bir öyküden kaynaklanıyor. Bir çocuk Boğaz’ın diğer tarafında altın kaplamalı bir pencere görüyor ve bu olağanüstü şeye ulaşmak için yola çıkıyor. Ama ulaştığında görüyor ki peşinde olduğu mucize yer değiştirmiş. Anlıyor ki aradığı pencere artık kendisinin olduğu her yerde.

Ferzan Özpetek, filmlerinde iki şey üzerinde özellikle duruyor. İlki, Türk unsurları, ikincisi ise müzik seçimi. Her filminde rol verdiği Serra Yılmaz bu filminde de gözde oyuncularından. Karşıdaki Pencere’nin açılış müziği ise Sezen Aksu’nun bu film için bestelediği bir şarkı.

Nuri Bilge Ceylan - Uzak


Popüler begeniye uygun degerlendirme anlayısından ziyade, oy’unu sanat sinemasindan yana kullanmasiyla taninan Cannes Film Festivali’nin bu yılki jüri büyük ödülü, Nuri Bilge Ceylan’ýn Uzak adlı filmi içindi. Birincilik ödülü olan Altın Palmiye’yi kazanan Amerikan yapımı “Elephant” adlı film de, “Uzak” da benzer sinema anlayışlarını temsil eden yapıtlar: İkisinde de amatör oyunculara yer veriliyor; öykü doğaçlamaya dayalı yalın bir anlatımla sunuluyor ve ikisinde de karamsar bir dünya görüşü hakim.

Festivalin ilk günlerinde, Cumhuriyet gazetesinin 22 Mayıs 2003 tarihli sayısında sinema yazarı Vecdi Sayar, Nuri Bilgi Ceylan’ı Cannes’da öne çıkan yönetmenler arasında sayıyor; “Jüri büyük ödülü’nün Uzak’a hiç de uzak olmadığını düşünüyorum” diyordu. Dediği gibi oldu; Cannes gibi sanat filmleri sinemasını yücelten bir festivalde ikinci kez bir Türk filmi, jüri büyük ödülü’nü aldı.

Cannes’da ödül alan ilk Türk filmi, senaryosunu Yýlmaz Güney’in yazdığı yönetmenliğini Þerif Gören’in yaptığı “Yol” du. 1982’de birincilik ödülünü, Costa Gavras’ın “Kayıp” adlı filmiyle paylaşmıştı.

Türk sinemasının diğer bir önemli başarısı ise 1964 yılında gerçekleşmişti. Necati Cumalı’nın eserinden Metin Erksan tarafından filme alınan “Susuz Yaz” Berlin Film Festivali’nde birincilik ödülü Altın Ayı’yı kazanmıştı.

Öte yandan Zeki Demirkubuz’un geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde aldığı “en iyi film” ödülünü de eklemek gerekir belki bu gurur listesine. Çünkü İstanbul festivalinin jürisi de uluslararası jüriler içinde saygın bir yeri olan FIPRESCI üyelerinden oluşuyordu.

Nuri Bilge Ceylan, son çalışması Uzak’ı da içine alan ilk üç filmiyle kent yaþamı ile kırsal yaşamı, kentli insan ile taşralı insanı karşılaştıran öyküler anlatıyor. Kentli insanın kendi hapishanesini yarattığını düşünen Nuri Bilge Ceylan, öte yandan taşranın da farklı bir sıkıştırılmışlık duygusuyla kuşattığını gösteriyor bizlere. Özyaşamöyküsel ögeler barındıran ilk iki filmi Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı bu çizgideydi. Uzak’ın onlardan farkı, iki kişilik bir öyküye ağırlık vermiş olması. İnsanın bir başkasını kabullenmekte çektiği zorluğu anlatan film, kültür çatışmasını, yabancılaşmayı ve vicdan muhasebesini gündelik akış içinde, yalın ama çok çarpıcı anlatıyor.

Köyden kente iş aramaya gelen Mehmet, bir süreliğine akrabası Muzaffer’in yanında kalacaktır. Kendisinin de içinden çıktığı taşra kültürünü artık geride bırakmış olan Muzaffer için, yakını da olsa eğitimsiz bir köylü gencinin kent töresi dışında kalan rahatlığına katlanmak zordur. Delikanlının kalbini kırmamaya çalışır ama aynı anda onu incitmek için adeta bir istek duyar içinde. Önceleri incitilmeyi sineye çeken Mehmet, sonunda gururuyla oynandığında sessizce çeker gider. İstanbul gibi bir kentte ne olacağını bilemediğimiz akıbeti, Muzaffer’in içinde derin bir pişmanlıktır artık. Ve alınmış yeni bir ders.

Filmlerinin Cannes Festivali’ne katılacağını öğrendiğinin ertesi günü, ödül aldığı Antalya festivalinden dönerken bir trafik kazasında yaşamını yitiren Mehmet Emin Toprak, rol arkadaşı ve kuzeni Muzaffer Özdemir’le birlikte festivalin “en iyi erkek oyuncu ödülü”ne değer görüldü. Jüri üyelerinden Mag Ryan’ýn “oyunculuk dersi veriyorlar” dedikleri bu iki amatör oyuncu, Nuri Bilge Ceylan’ýn diğer filmlerinde de rol almış ve özellikle de Mehmet Emin Toprak, ihtimal ki kendi gibi oynadığı rollerde, masumiyeti ve doğallıyla, küçük yer sıkıştırılmışlığını aşmaya çalışan taşralı genci çok iyi canlandırmıştı.








31.7.03

Çanakkale Savaşı Belgeseli

“Hititler” filminden önce Atatürk’e ve Nemrut Dağı’na ilişkin iki belgesel daha çeken yönetmen Tolga Örnek’in sıradaki filmi Çanakkale Savaşı üzerine olacak. Türk Tarih Vakfı, İngiliz Kraliyet Savaş Müzesi ve Avusturalya Savaş Müzesi’nin destekleyeceği film için Tolga Örnek, “hayatımın en büyük projesi” diyor. Ve konuyla ilgili herkesin yardımına ihtiyaç duyuyor. Çanakkale’de yaşayan, ya da babasından-dedesinden anılarını dinleyen; elinde savaşa ilişkin belge olan her kim varsa, film ekibi onları da çekime dahil etmek istiyor. “Film, genelde insancıl ve bireysel öyküler etrafında döneceği için, bu tür yardıma şiddetle ihtiyaç var.” deniyor.

Anlatacaklarınız ya da gösterecekleriniz varsa, film ekibine ve yönetmen Tolga Örnek’e ulaşabileceğiniz telefon numaraları 00 90 212 272 10 58 ve 272 10 65.
Bir de elektronik posta adresi var: vekip@superonline.com

Dağıtımı dünya çapında yapılacak film, Çanakkale Savaşı’nı bugüne dek yabancı kaynaklardan dinleyenlere,Türkiye’nin sesini, bir Türk yapımıyla duyurmuş olacak.

25.7.03

Hititler

Anadolu’nun en eski uygarlıklarından olan Hititler’i bu toprakların en eski sahipleri olarak tanıyoruz. Geçmiş yıllarda Etiler olarak anılan bu halk, son dönemde çekilen bir filmle yeniden Türkiye’nin gündeminde.

Sinemada Hititler üzerine bugüne dek dokümanter bir çalışma yapılmamıştı. Senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini Tolga Örnek’in yaptığı belgesel film “Hititler”, bu açıdan önemli bir boşluğu dolduruyor.

Zamanının en büyük askeri gücüne sahip, Eski Çağ’a damgasını vuran bir imparatorluk Hititler. Zengin tarihleri, yerli ve yabancı uzmanlarla yapılan röportajlar, güncel çekimler, görsel efektler ve dramatik canlandırmalarla anlatılıyor. Mısır Firavunu II.Ramses’le çarpıştıkları ünlü Kadeş Savaşı’ndan, kral ve kraliçelerin kişisel hikayelerine kadar Hitit tarihinin tüm ayrıntıları, bu filmle gün ışığına çıkıyor. Başkentleri Hattuşa ve diğer şehirlerindeki kazılarda bulunan yaklaşık 25 bin tabletten en çarpıcı olanları, 3500 yıl sonra aynı ayrıntı ve duygularla yeniden canlanıyor.

Belgesel, Mısır, Suriye ve Türkiye’de 141 günde gerçekleştirilen çekimleri; Çek Cumhuriyeti, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde tamamlanan yapım çalışmalarıyla altı ülkeyi kapsayan, yaklaşık üç yıllık bir çalışmanın ürünü. 450 kişilik ekibiyle, filme özel hazırlanmış 20 bin aksesuar, dekor, savaş arabası ve kostümüyle bugüne dek gerçekleştirilmiş en büyük prodüksiyonlardan biri. 40 metrekarelik maket, özel çekimler ve bilgisayar efektleri sayesinde M.Ö. 1650’lerin Hitit başkenti Hattuşa’yı gözümüzün önünde canlandırabiliyoruz.

Bu film için özel olarak bestelenen ve Prag Filarmoni Orkestrası tarafından yorumlanan müzik eşliğinde, tarihin derin sayfalarından birine, keyifli bir yolculuk oluyor belleğimizde kalan.

Yurdumuzun topraklarından kimler gelip geçmiş, nasıl yaşamışlar, bizlere neler bırakmışlar, bunları öğrenmenin, öğrenerek eğlenmenin tadına varmak için güzel bir film Hititler. Senaryo yazarı ve yönetmen Tolga Örnek’i; canlandırmalarda görev alan Haluk Bilgilener, Burak Sergen, Sanem Çelik, ve Fikret Kuşkan’ı; yapımda emeği geçen herkesi kutluyoruz.

O Şimdi Asker

Yapımcılığını ANS Productions’un üstlendiği, yönetmenliğini Mustafa Altıoklar’ın yaptığı film, “Vizontele” ve “Kahpe Bizans”tan sonra, Türkiye’de tüm zamanların en iyi açılışını yapan üçüncü film oldu. Bu ilgi ve merakta, filmde Özcan Deniz’in de oynuyor almasının payı en başta geliyor şüphesiz. Rol aldığı televizyon dizisiyle hayli ünlenen ve bol hayran kazanan Özcan Deniz, beyazperdede “star” görmek isteyen seyirciyi memnun etmek açısından iyi bir seçim. Fakat filmin tek star’ı Özcan Deniz değil. Yavuz Bingöl, Athena grubunun solisti Gökhan Özoğuz, pop müzik sanatçısı Ercan Saatçi, yeni oyunculardan Pelin Batu, tiyatro sanatçısı Ali Poyrazoğlu, ve yine bir televizyon dizisi ile ünlenen Seray Sever, filmin diğer popüler yüzleri.

Hatırlayacaksınız, Türk Silahlı Kuvvetleri, depremzedelere maddi destek sağlamak üzere bedelli askerlik uygulamasını, bir defalığına yeniden uygulamaya koymuştu. Film, bunun üzerine. Bedelli askerlerin eğitimi Burdur’da yapılıyor ama film seti Çanakkale 11.Er Eğitim Tugayı’nda kurulmuş. Farklı yaşamlardan ve farklı sınıflardan gelen bir grup adamın, bir yaz kampına katılır gibi başladıkları bedelli askerliklerini, gerçek bir savaş tehlikesiyle burun buruna geldiklerinde ne tür duygularla tamamladıklarını anlatıyor film.

Başat oyun kişisi, bir depremzede. Gölcük’te geçimini balıkçılıkla sağlayan, her iş dönüşü kıyıya yaklaşırken kaptan köşkünden evinin penceresindeki ışığı seyreden genç adamın hikayesi gerçekten de yürek burkuyor. Çünkü sıradan görünen bir gecede, kıyıya yaklaşırken yine evinin ışıklarına bakan bu genç adam, içinde karısının ve küçük kızının yaşadığı evin, ve neredeyse bütün Gölcük’ün depremle-bir anda sular altında kaldığına tanık oluyor. Sonrası, derin bir travma. Çünkü o, ailesini, yakınlarını, mahalleden dostlarını, kısacası, hayatta sevdiği herkesi kaybetmiş bir adamdır artık. Film, onun öyküsüyle açılıyor, ve yine onunla kapanıyor.

Öte yandan, tek kelime Türkçe bilmeden, ta Avusturalya’dan gelen ve askerliğini babasıyla aynı anda aynı kışlada yapan bir başka genç daha var filmde. Babası Türk annesi Avusturalyalı olan delikanlının adı, iki dedesinin adından yapılmış bir kolajla, Seyfi-Paul. “Paul”, Çanakkale’de ölen Anzak dedesinden geliyor. Çarşı iznini şehitlikte geçiren Seyfipaul soruyor dedesine, “Senin savaştığın topraklarda, askerlik yapmaya geldim. Senin çarpıştığın ordunun bir askeriyim şimdi. Sizler savaştınız, fakat oğullarınız-kızlarınız birleşti-evlendi. O halde siz neden savaştınız?” Askerliğinin sonunda çat-pat Türkçe konuşmaya başlayan Seyfipaul, Kardak krizini anıştıran gerçek bir savaş tehlikesinin ortasında, bu kez babasına zor bir soru sorar: “Burda ölürsem, beni nereye gömersin baba?”


9

Türk sinemasında bu yılın (2002) Oscar aday adayı gösterilmiş bir film "9". Senaryosu ve yönetimi ile Ümit Ünal imzasını taşıyor.

Jenerikten itibaren farklı bir film. “9” sinemamızın deneysel yapımlarından biri. İstanbul’un eski semtlerinden birinde, kendi halinde ve mutlu bir mahallede işlenen bir cinayet sonrasında, sorgu odasına alınan mahallelinin en genel anlamıyla “çözülme aşamalarını” anlatıyor film. Sorgunun başlangıcında mahalleyi ve insanlarını kusursuz olarak niteleyen bu insanlar, soruşturma ilerledikçe hasıraltı ettikleri sıkıntılarını döküyorlar ortaya birer birer. Son derece sakin olan mahalle, aslında kaynayan bir kazandır. Katilin kim olduğu konusunda yapılan bu soruşturma gizli kalmış gerçekleri su yüzüne çıkartırken, karakterlerin geçmişleriyle yüzleşmelerini de sağlıyor. Mahalle sakinlerinin kimliğinde Türkiye eleştirisinin de yapılması, filmin ikinci anlam katmanı.

Teknik olarak da zor bir film “9”. Büyük bölümü tek mekanda geçen, oyuncuları fazlasıyla zorlayan, sıkıcılık eşiğini kolayca geçebilecek bir film. Ama sıkılmıyorsunuz; oyuncuların hepsi çok iyi. Oyuncu kadrosu Serra Yılmaz, Fikret Kuşkan, Ozan Güven, Rafa Radomisli, Esin Pervane ve Ali Poyrazoğlu’ndan oluşuyor. Öykü de merakı diri tutacak biçimde kurgulanmış.

Filme ilişkin olarak bir sinema eleştirmeninin, Murat Özer’in yorumu ise şöyle: “Filmin simgeci anlatımını bir kenara koyup ona düz bir bakışla yaklaşırsak, Ünal’ın anlattıklarının David Lynch’in İkiz Tepeler ve Mavi Kadife filmleriyle koşut temada olduğunu söyleyebiliriz. Pürüzsüz bir yüzeyin altında yaşanan kötünün anatomisini çıkaran Lynch tavrı, Ünal sinemasının sonraki ürünlerinde de öne çıkacak mı, bilinmez."

15.7.03

Sinan Çetin

“Eğer bir yönetmen heyecanlandırmaz, kızdırmaz, öfkelendirmez, güldürmez, sadece düşündürmek isterse film yapmasına gerek yok! Bir mektup yazsın, evimizde oturup okuyalım” diyor Sinan Çetin.

1953 Van doğumlu. 1978’de Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden mezun olmuş. Fotoğraf, grafik, karikatür ve resimle uğraşmış. 1975’den beri sinemanın içinde olan yönetmenin filmlerden bazıları; Halk Türküsü, Çirkinler de Sever, Çiçek Abbas, 14 Numara, Prenses, Berlin in Berlin, Bay E, Propoganda, Komiser Şekspir.

Popüler Sinema Dergisi’nin Ocak 2002 sayısında yayınladığı röportajına göre Sinan Çetin’in “sanat sineması” kavramını sevmediği, bundan uzak durduğu anlaşılıyor. “Anlaşılmamak meziyet değildir. İnsanlar sizi anlamıyorsa, anlatamadığınız için kendinizi yargılamanız lazım.” diyor. “Sinema Dersleri” başlığı altında yayınlanan yazının bazı bölümleri şöyle:

“Sinema yapmanın üç temel kuralı var. Fotoğraf bilmek, montaj bilmek ve hikaye bilmek. İyi yönetmen, bıraksalar kendi filmini çekebilen, kendi filmini bağlayabilen, kendi hikayesini yazabilen insandır!. Bu üç husus bir yönetmende toplanmamışsa, o yönetmen topaldır, düzgün yürüyemez. Beni senaryosuz film çekmekle suçluyorlar. Evet, kabul ediyorum bunu. Nedeni, bana şimdiye kadar doğru dürüst bir senaryo gelmemesi. Elde olmayan senaryolarla sete çıktığımı ve senaryoyu kameramla yazdığımı kabul ediyorum. Oyuncular böyle çalışacaklarını ve sadece yönetmene güvenmeleri gerektiğini baştan bilerek ve kabul ederek geldikleri için bir problem olmuyor. Sette -Şener Şen dışında- ikna edemediğim hiçbir oyuncu olmadı.”

“Beni etkileyen mekanların başında yollar, çöller, uçurumlar, yüksek tavanlı yapılar, merdivenler gelir. Sevdiğim mekanlarda çekim yapmamı sağlayacak hikayeler seçmeye çalışırım. Mesela bir mutfakta veya sıradan bir evin, bir gecekondunun odasında film çekmek istemem. “

“Bazı yaratıcı Türkler dünyayla kucaklaşıp iş yapmak istiyor. Dünya kalitesinde işler yapıp pazarlamak istiyor. Bütün umudum, dünya pazarına giren Türk sayısının artması.”

Hiç Bir Yerde Ödül

Kanada’da yapılan Montreal Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülünü bir Türk filmi kazandı. Tayfun Pirselimoğlu’nun yönettiği, başrolünü Zuhal Olcay’ýn oynadığı “Hiçbir Yerde” adlı film, kayıp oğlunu arayan bir annenin öyküsü. Haydarpaşa Garğ’nın gişesinde çalışan Şükran’ın kaybolan oğlu Veysel’i bulmak için verdiği mücadeleyi anlatan “Hiçbir Yerde”’nin aldığı Montreal Film Festivali Ödülü, Kuzey Amerika’nın en önemli sinema etkinliği olarak kabul ediliyor.

Zeki Demirkubuz


("Masumiyet"ten)

Genç, karamsar, kararlı... Seyirciyle ilişkisi açısından bilinen en önemli özelliği, küçük bir kitle için film yapmayı seçmesi. “Milyonların sevgilisi” olmak gibi bir arzusu olmadığını, hemen her röportajında dile getiriyor. Sinemayı önce kendisi için yapıyor olması var, Zeki Demirkubuz’un bu tavrının altında. Önce kendiyle hesaplaşması, başka bir deyişle. “Bütün hayatım boyunca taşıdığım suçluluk duygusunu olduğu kadar, imtiyazlılara ve gerçekte yalnızca imtiyaz isteyenlere karşı duyduğum nefreti anlatmayı hep istiyordum.” diyor Antalya Film Festivali broşürü için kaleme aldığı bir yazısında.

Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay, Türkiye’de yayınlanan Sinema dergisinin Şubat sayısında yayınlanan Demirkubuz’un dünyasına bir giriş denemesi adlı incelemesine, “Kristal kadar soğuk, ama yine kristal kadar güzel bir dünya” diyerek başlıyor ve bizim özetlediğimiz biçimiyle şöyle devam ediyor:
“Suç ve suçluluk üzerine yoğunlaşan “Yazgı” ve “İtiraf” filmleri, Demirkubuz’un esin kaynaklarını açıkça belirler. Elbette Albert Camus, Jean Paul Satre, ve varoluşçuluk akımı. Ama aynı ölçüde, hatta belki daha çok “Suç ve Ceza”nın Dostoyevski’si... Ama bu hikayeleri alabildiğine yalın, tüm sinemasal süslerden sıyrılmış biçimde anlatma özellikleriyle de, Fransız sinema ekolü, özellikle de Bresson yalınlığı... “

Zeki Demirkubuz’un filmlerinin teknik özelliklerine bakıldığında, doğanın özel bir önemi hatta “rol”ü olduğu görülüyor. Kahramanların dönüm noktaları, doğada çekilen sahnelerde geçiyor. Seslerin kullanımında da özel bir duyarlılığı var. Modern dünyanın ruhlarımızı yıpratan durumlarını anlatmak için müzikten değil, bir takım seslerden yararlanıyor. Örneğin sürekli çalan ve çoğunlukla açılmayan telefonlar var filmlerinde, iletişimsizliği anlatmak üzere. Bir de televizyon var, simge olarak çok vurgu alan. Kahramanlarını gerçek hayattan kopuş anlarını anlatan bir yabancılaştırma ögesi. Atilla Dorsay “Demirkubuz’un televizyonu kullanma biçimi üzerine, bir tez yazılsa yeridir!” diyor bu konuda.

Hayatın insana neler yaptırabildiğiyle, insanın kaderine karşı nasıl tavır alabileceğiyle, ona yön vermeyi ne kadar başarabileceğiyle ilgili sorular soruyor Zeki Demirkubuz. Yönetmenin filmografisi:
1993’te “C Blok”, 1997’de”Masumiyet”, 1998’de “Üçüncü Sayfa”. 2001’de ise iki film birden çekti: İlki ”Yazgı”, ikincisi “İtiraf”.

Otobüs



Bugün artık “Avrupalı Türk” sayılan, o gün içinse “gurbetçi” diye anılan Türklerin, sıladan uzak ilk günlerinde yaşadıkları kültür şokunu anlatacak bir film için bir grup sanatçı bir araya gelir. Filmin adı Otobüs olacaktır ve öyküsü, yaşanmış bir olaya dayanmaktadır.

Gazetede yayınlanan bir habere göre, Venedik tren garının önüne park etmiş bir otobüsün yolcuları iş vaadiyle kandırılmış, dolandırılmışlardı. Yabancı bir ülkede beş parasız kalan bu zavallı topluluğun mücadelesi, bir filme aktarılmaya değer çarpıcılıktaydı. Fakat film İtalya’da değil İsveç’te çekildi. Otobüs de, Stockholm Kültür Sarayı’nın önüne park edildi. İkinci el satın alınan ama oldukça bakımlı olan Neoplan marka otobüs, tiyatro dekorculuğu da yapan ressam Rauf Alazan tarafından, bir kutu boya marifetiyle hurda bir düldül haline getirildi ve diğer oyuncularla birlikte 1974’ün soğuk bir mart günü kamera karşısına geçti. Oyunculardan kimi buz tutmuş gölün etrafında efkâr dağıttı, kimi namaz kıldı, kimi sadece traş oldu. Senaryo gereği yapılması gereken her şey gerçek olarak yaşandı, deneyimlendi. Ekibin kumanyası düşünülmediğinden yarı aç-yarı tok çalışıldı ama bunu dert eden pek olmadı. Çünkü bu film daha proje aşamasındayken büyük bir heyecanla karşılanmıştı. Gerekli resmi izinleri almak bile sanıldığından daha kolay olmuştu bu yüzden.

Yabancı bir ülkede terk edilen sekiz taşralı Türk’ü anlatan Otobüs, gösterime girdikten sonra da ilgi gördü ve yurt dışındaki yarışmalardan altı ödül aldı. Filme emeği geçenler ise… senaryo yazarı ve yönetmen: Tunç Okan, görüntü yönetmeni: Güneş Karabuda, müzik: Zülfü Livaneli, Pierre Favre ve Leon Françoli, oyuncular: Tuncel Kurtiz, Tunç Okan, Arslan Mengüç ve amatör oyuncular idi.

Yavuz Özkan

“Ben kahramanlarımı genellikle kentlerin dışına, açık alanlara götürürüm. Hikaye genellikle kentte kurulur, çelişki ve çatışmalar kentte tırmandırılır. Sonra, kahramanlarımı sistemin denetiminin çok keskin olduğu kentlerden, metropollerden uzaklaştırırım. Gittikleri yerlerde, bireyin giderek topluma esir olmasına neden olan baskı araçlarının hiç biri yoktur. Nefes alabilir, sakin düşünebilirler. Hani kulakları patlatacak, sersem edecek bir gürültünün içinden sessiz-sakin bir yere çıkarsınız ya, işte öyle bir şey. Kahramanlarımı bu nedenle açık alanlara götürürüm. Orda hayatlarının muhasebesini yapma, kendileriyle yüzleşebilme şansı veririm onlara.

Kahramanlarımın içinden çıkamadıkları bir sorunları varsa, onları kapalı mekâna alırım. Eğer sorunlarına çözüm üretecek durumda değillerse, pencerelere demir parmaklıklar ya da panjur koyarım. Direnmeyeni, hayalleri, ütopyaları olmayanları, hayatla didişmeye mecali kalmamış olanları pencere önüne oturtur, yüzlerini kapalı mekana döndürtürüm. Dışarıya baktırmam, hareket ettirmem, onları kendi sığlıkları içinde boğulmaya terk ederim. Mekanın bu anlayışla düzenlenmesi, mizansenin bu şekilde planlanması iki kişi arasındaki farkların, sorunun hangisinden kaynaklandığının, aralarındaki mesafenin kapanıp kapanmayacağının ip uçlarını verir. “

“Türk sineması bugün teknik ve estetik sorunlarını çözmüştür. Bugün bir çok yönetmenimiz kendi dilini ve estetiğini yaratmıştır. Ama senaryo konusunda aynı şeyi söylememiz imkansız.Bunun için çok sayıda senaryo ve diyalog yazarlığı kursları düzenlenmeli.” (Kaynak Popüler Sinema Dergisi, Aralık 2002)